casino siteleri casino siteleri papyonshop.com malatya araç kiralama uluslarası nakliyat
DOLAR 32,3338 -0.09%
EURO 34,7864 -0.04%
ALTIN 2.389,74-0,28
BITCOIN 19051841,17%
İstanbul
17°

HAFİF YAĞMUR

16:57

İKİNDİ'YE KALAN SÜRE

Av. Seran Saydam

Av. Seran Saydam

01 Nisan 2023 Cumartesi

    ALACAKLININ ENFLASYON FARKINDAN DOĞAN ZARARINI TAHSİL HAKKI

    ALACAKLININ ENFLASYON FARKINDAN DOĞAN ZARARINI TAHSİL HAKKI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yüksek enflasyon oranları özellikle ticari ilişkilerde borcun geç ifa edilmesi halinde alacaklı için alacağı paranın değer kaybetmesi şeklinde hak kayıplarına sebep olmaktadır. Reel enflasyon oranı ve temerrüt faizi oranı arasındaki uçurum geç tahsil edilen paranın enflasyon karşısında erimesine neden olduğu aşikârdır. Türk Ticaret Kanunu’nun 1530. Maddesinin yedinci fıkrası uyarınca mal ve hizmet tedarikinde alacaklıya yapılan geç ödemelere ilişkin temerrüt faiz oranının sözleşmede öngörülmediği veya ilgili hükümlerin geçersiz olduğu hallerde uygulanacak faiz oranı 01.01.2023 tarihinden geçerli olmak üzere yıllık %11,75 olarak belirlenmiştir.

    Reel enflasyon oranı ve temerrüt faizi arasındaki bu büyük fark alacaklılar açısından munzam zararın ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. Munzam zarar yasal faiz ile karşılanmayan zarar olarak tanımlanır.

    Alacaklı, alacağını uzunca bir süre tahsil edememiş ve bu esnada parası enflasyon karşısında değer kaybetmişse, parası eridiği için ek dava açabilir. Alacaklı enflasyonda değer kaybeden alacağını kanunen talep etme hakkına sahiptir.

    Faizin aşan zararın tazmin edilmesi gerektiği Türk Borçlar Kanunu 122.maddesinde aşkı zarar hükmü çerçevesinde düzenlenmiştir.

    Aşkın zarar

    MADDE 122- Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.

    Temerrüt faizini aşan zarar miktarı görülmekte olan davada belirlenebiliyorsa, davacının istemi üzerine hâkim, esas hakkında karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder.

    Bu noktada munzam zarar asıl borcun feri alacak olarak değerlendirilmemesi gerekmektedir. Zira munzam zarar asıl borçtan tamamen bağımsız asli bir alacak olarak vuku bulur. Munzam zarar borcunun kaynağı sözleşme, haksız fiil, sebepsiz zenginleşme, kanun, vekâletsiz iş görme olabilir.

    Munzam zararın varlığından söz edebilmek için iki şartın varlığı aranmaktadır. Bunlar zararın temerrüt faizi ile karşılanamaması ve borçlu tarafın borcun ifasının gecikmesinde kusurunun bulunmasıdır.

    Munzam zarar kusur sorumluluğuna dayanan bir hukuki müessesedir. Bu hususta aranan kusur borçlunun temerrüde düşmesi ile ilgilidir. Munzam zararın talep edilebilmesi için asıl alacağın yanında munzam zarara ilişkin hakların da saklı tutulması koşulu aranmamaktadır.

    Zararın tazminat davası yoluyla tahsili için davacı taraf “ asıl alacağın varlığı” “hiç ifa edilmeme veya geç ifa edilmeden kaynaklı zararın varlığı” ve “zarar ve borçlunun temerrüde düşmesi arasında illiyet bağının varlığını” ispat etmekle mükelleftir.

    Munzam zararın ispatında “somut olarak ispat etme zorunluluğu” ve “soyut olarak zararın hesaplanmasının yeterliliği” olmak üzere Yargıtay tarafından iki farklı görüşün benimsendiği görülmektedir. Somut yöntemde zararın varlığı için alacaklı tarafın zararın varlığını somut vakıalar ile ispatı aranırken soyut yöntemde paranın enflasyon karşısında eridiği hususu kabul görmüş ve zararın varlığını başta enflasyon, devalüasyon, altın fiyatlarındaki artış, tüketici fiyat endeksi, üretici fiyat endeksi ve asgari ücret artış oranlarındaki artıştan yola çıkarak ispatı mümkün kılınmıştır. Alacak hakkı da mülkiyet hakkı kapsamında olduğundan ve somut vakıalarla ispat zorunluluğu hak kayıplarına sebep olacağından dolayı paranın yüksek enflasyon karşısında değer kaybettiğinin ispat için yeterli olduğu görüşü hakkaniyete uygundur.

    Anayasa Mahkemesi de 21.12.2017, 2014/2267 Başvuru Numarası. Yayımlandığı RG – 25.01.2018/30312 tarihli kararıyla somut vakıalarla zararın ispatı zorunluluğu ortadan kaldırılmış, zararın tespiti için soyut değerlendirme yapılmasının önü açılmıştır.

    Asıl alacağın ferileri ile birlikte tahsilinden sonra alacaklının borçluyu ibra etmesi halinde munzam alacak için de ibra etmiş sayılıp sayılmayacağı hususu önem arz etmektedir. Munzam alacak mahiyeti itibari ile asıl alacağın feri niteliğinde sayılmamaktadır. Munzam alacakta yeni bir borç doğar. Dolayısıyla alacaklının ibrası munzam alacağında ibra edildiği, munzam alacak hakkından vazgeçtiği anlamı taşımaz.

    Munzam alacağın on yıllık zaman aşımı süresi içerisinde talep edilmesi mümkündür.  YARGITAY  11. HUKUK DAİRESİ 2005/10207 2005/9724 K 14.10.2005 tarihli kararı: “ Munzam zarar borçlunun temerrüdü ile başlayan ve ödenmesi ile sona eren devrede alacaklının faizi aşan zararıdır. Dolayısıyla her gün için temerrütle birlikte faizi aşan bir zararı varsa alacaklı zarara uğramakta ve her gün sonunda muaccel hale gelen bu munzam zarar alacağı yönünden de esas alacaktan bağımsız bir zamanaşımı süresi işlemeye başlamaktadır. Alacaklının munzam zararın muacceliyeti ile işlemeye başlayan zamanaşımını kesme olanağının bulunduğunun ve o tarihten sonra devam eden munzam zarar varsa bu zarar için yeni bir zaman aşımının söz konusu olacağının kabulü gerekir. Bu nedenlere göre davacı vekilinin tüm karar düzeltme itirazlarının reddi gerekmiştir.”

    Son söz olarak, ülkemiz için enflasyon oranlarının düşük seyrettiği bir gelecek temenni ediyoruz. Enflasyon oranlarının yüksek seyrettiği dönemlerde ayrıca bir somut zararın ispatı aranmadan munzam zararın varlığının kabul edilerek tazmin yoluna gidilmesinin önünün açılmasının hakkaniyete uygunluğu açısından son derece değerli buluyoruz.

    Devamını Oku

    DEPREM MÜCBİR SEBEP OLARAK KABUL EDİLEREK İDARENİN SORUMLULUĞUNU ORTADAN KALDIRIR MI?

    DEPREM MÜCBİR SEBEP OLARAK KABUL EDİLEREK İDARENİN SORUMLULUĞUNU ORTADAN KALDIRIR MI?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat 2023 tarihinde gerçekleşen depremde birçok kişinin hayatını kaybettiği, yaralandığı, barınma, beslenme gibi birincil ihtiyaçlarının bile karşılanamadığı onarılmaz yıkımlar meydana gelmiştir.

    Yaşadığımız bu acı olay neticesinde yaşanan bazı yıkımların telafisi maalesef ki mümkün olamasa da idarenin hukuki sorumluluğu mevcuttur ve yaraların sarılması için elzemdir. Bu noktada uğranılan zararların doğal afetten dolayı olması hukukta Roma hukukundan beri kabul gören mücbir sebep müessesinin uygulanıp uygulanmayacağı önem arz etmektedir. Zira mücbir sebebin varlığının kabul edilmesi halinde meydana gelen zararla idarenin eylemi arasında illiyet bağı kesileceğinden idarenin kusurlu ve kusursuz sorumluluğu ortadan kalkacaktır.

    İdarenin, hukuk sistemimizde tüzel kişiliklere “cezai sorumluluk” yüklenmediğinden “hukuki sorumluluğu” vardır. Malvarlığı sorumluluğu olarak da değerlendirilen sorumluluk uğranılan zararın tazmin edilmesi olarak vuku bulur. İdarenin sorumluluğu “kusurlu sorumluluk” ve “kusursuz sorumluluk” olmak üzere ikiye ayrılır. Konumuzu ilgilendiren “kusurlu sorumluluk” mücbir sebebin varlığı halinde ortadan kalkar.

    Anayasa tarafından güvence altına alınan kişinin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlığını koruma hakkı, birbirleriyle sıkı bağlantıları olan, devredilmez ve vazgeçilmez haklardan olup devletin bu konuda pozitif ve negatif olmak üzere çeşitli yükümlülükleri bulunmaktadır. Anayasa md. 17’ye göre “Herkes, yaşama, maddi manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”

    Devletin, öncelikle yaşam hakkı olmak üzere kişinin maddi manevi varlığını yaşama hakkına yönelen tehdit ve risklere karşı caydırıcı, koruyucu yasal düzenlemeler yapmak ve bununla da yetinmeyerek gerekli idari tedbirleri alma yükümlülüğü vardır. Bu yükümlülük, yaşam hakkının tehlikeye girebileceği her durum için geçerli olan bir yükümlülüktür.

    Mücbir sebep kavramı Roma Hukukundan bu yana kullanılan kavramlardan biridir. Mücbir sebep gerek kamu hukukunda gerekse özel hukukta hem kusurlu sorumluluğu hem de kusursuz sorumluluğu ortadan kaldıran bir etkiye sahiptir. Mücbir sebep önceden tahmin edilmesi ve karşı konulması mümkün olmayan olaylar olarak tanımlanır. Danıştay mücbir sebebi “kökeni, doğal, sosyal ve hukuki olması itibariyle failin dışında kalan, fail tarafından önlenme olanağı bulunmayan, önceden takdir ve tahmin edilemeyen olaylar” olarak tanımlamaktadır. Mücbir sebep olarak nitelendirilen olay doğal olabileceği gibi sosyal, hukuki veya insan kaynaklı da olabilmektedir. Yargı kararlarında ve doktrinde bir olayın mücbir sebep sayılabilmesi için “dışsallık, öngörülememe, karşı konulamama” unsurlarını taşıması zorunluğu kabul görmektedir. Bu nedenle deprem hadisesinin mücbir sebep olarak kabul edilebilmesi için sayılan bu şartların tamamını taşıyor olması zorunludur. Bir olayın idare hukuku açısından mücbir sebep olarak tanımlanabilmesi için idarenin iradesi dışında gerçekleşmesi gerekmektedir. Mücbir sebebin ikinci şartı ise öngörülememedir.

    Gerçekleşen olayın olağandışı ve öngörülemez olması mücbir sebebin en önemli koşuludur.

    Deprem kuşağında yer alan, devamlı depremlerin olduğu bir bölgede deprem hadisesinin öngörülemez olduğunu ileri sürmek imkânsızdır. Öngörülememe her olayda olayın koşullarına göre değerlendirilmesi gereken takdiri bir mevzu olduğundan her vaka için ayrı ayrı yargı organları tarafından değerlendirilmelidir. Üçüncü olarak, bir olayın mücbir sebep sayılabilmesi için o olayın karşı konulamaz, önlenemez olması koşulu aranmaktadır.  Depremin mücbir sebep olup olmadığı ile ilgili karar verilirken olayın tüm bileşenleri doğru analiz edilmelidir. Yer, zaman verilere ulaşma imkânı gibi birçok faktör olayın objektif değerlendirilmesinde önem arz eder.  

    Deprem kuşağında bulunan ülkemizin günümüz teknolojik koşullarında deprem olasılığının öngörülebilir olduğu aşikârdır. Her ne kadar öngörülebilir olsa da idare çok geniş imkânlara sahip olmasına rağmen, idarenin depremi önleme ihtimali bulunmamaktadır. Peki depremin önlenemez olması depremin mücbir sebep sayılarak idarenin sorumluluğunu ortadan kaldırır mı?

    Her ne kadar deprem önlenemez olsa da idarenin sahip olduğu maddi güç, teknolojik imkân, bilimsel ve istatistiki veriler ile öngörebildiği deprem için teknik ve mali imkânları ölçüsünde alacağı tedbirlerle doğacak zararları en aza indirmesi mümkündür. Hal böyleyken öngörülebilir bir olayda idarenin gerekli önlemleri almamış olması hizmet kusuru olarak kabul edilir. İmar planı uygulamaları ve arazi düzenlemeleri konusunda devletin sahip olduğu yetkilerin bu bağlamda kritik bir öneme sahip olduğu aşikârdır. İdarenin bu konuda gerekli çalışmaları, araştırmaları, kontrolleri, denetlemeleri yapmadığı takdirde mücbir sebep bahanesine dayanarak sorumluluktan kurtulabilmesi mümkün değildir. Ayrıca devletin Anayasal hak olan yaşam hakkını ortadan kaldırmaya yönelik davranışları düzenlenen kanunlar ile suç sayma ve yaşam hakkına zarar verenlerin yargılanmasını sağlama yükümlülüğü de bulunmaktadır.  Devletin, zarara sebep olanlar hakkında etkin soruşturma yapmaması halinde anayasal temel hak olan yaşam hakkının ihlal edileceği aşikârdır.

    İdarenin, deprem bizim ülkemizde mücbir sebep sayılamayacağından dolayı kusuru oranında zarar ve idarenin eylemi arasında illiyet bağı bulunması halinde sorumluluğu bulunmaktadır.  Hizmet kusuru olarak nitelendirilen bu sorumluluk türünde “hizmetin geç işlemesi”, “hizmetin kötü işlemesi” ve “hizmetin hiç işlemesi” hususları dikkate alınarak idareden uğranılan zararın tazmini talep edilebilir.

    Devamını Oku

    Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.